29 Aralık 2014 Pazartesi
Gerçek Renkler / Kristin Hannah (Yorum)
Orjinal Adı: True Colours
Sayfa Sayısı: 508
Yayınevi: Pegasus Yayınevi
Yazar: Kristin Hannah
Goodreads Puanı: 3.86
Kristin Hannah'la tanışmam açıkçası Ateşböceği Yolu ile oldu ve iyiki de oldu.Hatta kendime bile kızdım.''Niye bu kadar geç kaldım?'' diye, ama zararın neresinden dönersen kar kardır. :)
Yazarın üçüncü kitabı Gerçekler Renkler'i bitirdim. Ama bir şey belirtmek isterim,belki benimle aynı fikirde olmayabilirsiniz ama ben daha önceki okuduğum iki kitabındaki (Ateşböceği yolu ve Kış Bahçesi) tadı alamadım. Evet, kitap kendi gerçekten çok güzel bir şekilde okutturuyor, bu da sanırım yazarımızın püf noktası. Yazarın anlatımı, hayal gücü ve kurgusu gerçekten çok güzel fakat çevirmen çok iyi çevirememiş kendinden eklediği cümleler çok olmuş, bu da nazar boncuğu olsun Pegasus'un.
Gelgelelim konusuna kitabın; Vivi Ann, Winona, Aurora çiftlikte büyüyen üç kız kardeştir. Küçük yaşta annelerini kaybeden bu kızlar birbirlerine daha da bağlanmıştır. Winona, ailenin en zekisi olup avukat olmuştur. Water Edge, yani çiftliğin hukuksal ve mali işlemleriyle ilgileniyor. Aurora, ailenin ikincisi kendi halindedir. Richard adlı bir doktorla evlenip iki çocuk annesidir. Vivi Ann, ailenin gözbebeğidir. Her zaman babasının desteğini alan Vivi Ann, Water Edge elinde tutmak için herşeyi yapmaya hazırdır. Kasabaya gelen kızıldereli Dallas hayatlarına girene ve Vivi Ann ona aşık oluncaya kadar herşey artı ve eksileriyle devam etmekteydi. İlk önce bu ilişkiye Winona, daha sonra Harry (evin babası) karşı çıkmıştır. Fakat Vivi Ann ve Dallas hiç kimseyi dinlemeyip aşklarına devam etmiştir.Fakat bu aşkla birlikte bir çok felaket onları takip etmiştir.
Kitapta yaşanan maceralardan, aşk, nefret, ihanet, intikam, sevgi, aile bağlılığı,kardeş kavgası yani hayatın bize getirmiş olduğu yaşanması gereken ya da yaşanması muhtemel olan her şey var. Bu kitap aynı zamanda sadece kardeşler arasındaki ilişkiyi değil, aile olma hissini taşıyan herkesin okuması gereken bir roman.
28 Aralık 2014 Pazar
Gündüz Sefası / Sarah Jio (Yorum)
Nasıl bir hayal gücü var bilmiyorum ama Sarah Jio her yazdığıyla insanı kendine hayran bırakıyor gerçekten. İster istemez onun büyüsüne kapılıyorsunuz. Üslubu, konuysa hakimiyeti gerçekten şahane. Okurken insanın hem canını yakıyor hem öylesine kitaba bağlıyor. Şimdiye kadar hiç bir kitabını okurken sıkıldığımı hatırlamıyorum. Gerçekten gıpta edilecek bir yazar.
Kapağa biraz değinecek olursak, Arkadya Yayınları bu konuda o kadar başarılı ki okuyucuya sızlanma payı bırakmıyor. Ne diyebilirim ki nice güzel kapaklara inşallah :D
Gelelim her zamanki gibi içimiz acıtan ama okurken insanı hikayeye hapseden konumuza; iki kadın.. Ada ve Penny. Ada günümüzde ki kahramanımız Penny ise hikayemizin geçmişte ki kahramanı.
Ada işinde başarılı bir kadındır. Özel hayatında ise şans ona gülmüş ve güzel bir evlilik yapmıştı. Ona deliler gibi aşık, anlayışlı bir kocası ve bir kızı var. Bazı gittiği iş gezilerine sırf ailesiyle daha çok zaman geçirebilmek için onları da yanında götürüyordu. Son çıktıkları gezi Ada'nın hayatını tamamen altüst etti. Eşi ve kızı öldü.
Penny annesinin isteği üzerine görgü kuralları için bir kursa yazılmıştı. Aslında bu kurs bir nevi koca bulmak içindi.
Bir gün öğretmenine kahve almak için çıktığında hayatının erkeği ile tanıştı ve kısa zaman sonra evlendiler. Eşi ünlü bir ressamdı. Her şey güzel başlamış ve güzel gidiyordu. Kocası onlar için bir tüzen ev satın aldı ve orada yaşamaya başladılar. Penny eşinin sürekli resim yapmak için atölyesinde oluşunda kendini yalnız hissediyordu. Bir çocuğu olsa belki acısı biraz diner diye düşünüyordu fakat kocası asla bir çocuk istememişti.
Ama sonra Penny tüm yalnızlığını Collin ile giderdi. Ona aşık oldu. Ve her şey değişti.
Yüzen bir ev bu iki kadının acılarına şahit olup onların tüm sırlarını açığa çıkaracaktı. Ama bunu yapması gereken sadece evin sakladığı anılar değil Ada'nın da Penny'e karşı olan merakıydı. Bakalım sırra ortak olanlarda bunun açığa çıkmasını istiyor mu?
Geçmiş ve geleceğin harmanlandığı, çok özel bir kurguyla bütünleşen güzel bir kitaptı. Her kadının biraz olsun kendine pay çıkaracağı, iç hesaplaşmaların yapıldığı bir hikaye. Ada ve Penny... Onların bu hikayesi okunmaya kesinlikle değdi.
''Düşüncelerini kontrol etme, derdi. Bırak aklına gelsinler. Ben de canımı acıtmalarına rağmen öyle yaptım.''
''Bundan yirmi yıl sonra, yaptığınız şeylerden çok yapmadıklarınız için hayal kırıklığı yaşayacaksınız. O yüzden düğümlerinizi çözüp halatlarınızdan kurtulun ve sığındığınız güvenli limandan uzaklara yelken açın. Yelkenlerinizle rüzgarı yakalayın. Araştırın. Düşleyin. Keşfedin.''
Kapağa biraz değinecek olursak, Arkadya Yayınları bu konuda o kadar başarılı ki okuyucuya sızlanma payı bırakmıyor. Ne diyebilirim ki nice güzel kapaklara inşallah :D
Gelelim her zamanki gibi içimiz acıtan ama okurken insanı hikayeye hapseden konumuza; iki kadın.. Ada ve Penny. Ada günümüzde ki kahramanımız Penny ise hikayemizin geçmişte ki kahramanı.
Ada işinde başarılı bir kadındır. Özel hayatında ise şans ona gülmüş ve güzel bir evlilik yapmıştı. Ona deliler gibi aşık, anlayışlı bir kocası ve bir kızı var. Bazı gittiği iş gezilerine sırf ailesiyle daha çok zaman geçirebilmek için onları da yanında götürüyordu. Son çıktıkları gezi Ada'nın hayatını tamamen altüst etti. Eşi ve kızı öldü.
Penny annesinin isteği üzerine görgü kuralları için bir kursa yazılmıştı. Aslında bu kurs bir nevi koca bulmak içindi.
Bir gün öğretmenine kahve almak için çıktığında hayatının erkeği ile tanıştı ve kısa zaman sonra evlendiler. Eşi ünlü bir ressamdı. Her şey güzel başlamış ve güzel gidiyordu. Kocası onlar için bir tüzen ev satın aldı ve orada yaşamaya başladılar. Penny eşinin sürekli resim yapmak için atölyesinde oluşunda kendini yalnız hissediyordu. Bir çocuğu olsa belki acısı biraz diner diye düşünüyordu fakat kocası asla bir çocuk istememişti.
Ama sonra Penny tüm yalnızlığını Collin ile giderdi. Ona aşık oldu. Ve her şey değişti.
Yüzen bir ev bu iki kadının acılarına şahit olup onların tüm sırlarını açığa çıkaracaktı. Ama bunu yapması gereken sadece evin sakladığı anılar değil Ada'nın da Penny'e karşı olan merakıydı. Bakalım sırra ortak olanlarda bunun açığa çıkmasını istiyor mu?
Geçmiş ve geleceğin harmanlandığı, çok özel bir kurguyla bütünleşen güzel bir kitaptı. Her kadının biraz olsun kendine pay çıkaracağı, iç hesaplaşmaların yapıldığı bir hikaye. Ada ve Penny... Onların bu hikayesi okunmaya kesinlikle değdi.
Alıntılar
''Düşüncelerini kontrol etme, derdi. Bırak aklına gelsinler. Ben de canımı acıtmalarına rağmen öyle yaptım.''
''Bundan yirmi yıl sonra, yaptığınız şeylerden çok yapmadıklarınız için hayal kırıklığı yaşayacaksınız. O yüzden düğümlerinizi çözüp halatlarınızdan kurtulun ve sığındığınız güvenli limandan uzaklara yelken açın. Yelkenlerinizle rüzgarı yakalayın. Araştırın. Düşleyin. Keşfedin.''
24 Aralık 2014 Çarşamba
Portobello Sokağı / Ruth Rendell (Yorum)
Kesin birinin ahını aldım ben veya biri büyük beddua etti. Aklıma başka bir şey gelmiyor valla.
Bu kitaba o kadar övgü yağdırıldığını görüp üzerine atlayan ve kitapta hayallerinin çöküşünü yaşayan masum blogger. Yani ben... Bu aralık ayı ne bahtsız geçti be kardeşim. Hani biri de çıkıp demiyor, almakla hata ettin bari okuma. O kitap sana göre değil diye. Yok yok üzerimde bir kötü bakış var benim. Bu kadar talihsiz olamam ben yaa :(
Duydum sizi çok dertlendin dediniz dimi! Haksız değilim ama. Anlatımı dili, konu, konuya hakimiyet felan kötüydü ya. Bir ara ne okuyorum ben dedim. Allah'ım bunu bana dedirttin... Haa kitabı beğenenler varsa lütfen benimle iletişime geçsin. Zira düşüncelerini çok merak ediyorum vallahi.
Hadi iki kelam da konuyu anlatayım. Artık ne anladıysam. Hikaye farklı yaşamları olan üç adamı konu alıyor. Ve bu adamların bir yerde hayatlarının nasıl kesiştiği. Biri babası tarafından istenmeyen bir evlat, biri bir hırsız ve diğeri de zengin bir adam. Tabi bu kişileri böyle kısa özetleyince bilindik geliyor ama karakterlerimizin kendine ait bazı özellikleri var. Mesela zengin olan Eugene, bağımlı gibi bir şey. Ama uyuşturucu değil. Şekere :D Ayy deli olacağım. Hani bildiğimiz draje şeker tarzı gibi bişe. Ya kim bu tarz şeyler bağımlı olabilir veya o düzeye gelebilir. Yazarı bu hayal dünyasından dolayı tebrik ederim. Nasıl bir dünyanız var bayan Rendell?
Kitap adını nerden almış derseniz, hani bazı şehirlerde her türlü ihtiyacın satın alındığı cadde veya sokaklar vardır. Çarşı gibi. Mesela Mersin de Pit Pazarı çarşısı, Adana da Çakmak Caddesi vs.. gibi. Portobello Sokağı da böyle. Her türlü dükkanın bulunduğu bir yer ve olaylar da bu sokakta.
Neyse efenim konu bazı gelişmeler göstererek ilerliyor. Ama kasıyor insanı. Hadi bit artık dediğim çok zamanlar oldu. Bu birazda Doğan kitabın puntosundan kaynaklı sanırım. Ben alışmışım biraz daha iri puntoya. Okuması daha kolay. Doğan kitap sağolsun hiç vazgeçmiyor bu zorlu düzenden. Biraz okuru düşünelim lütfen, zaten kitaplarınız pahalı. Bir de okurken zorlanmayalım değil mi ama.
Kendimi aralık ayının bahtsızı seçiyorum. Bu kadar vasat kitaplar üst üste kaç kişiyi bulurdu ki? Ehh ortada ben gibi biri varken başkasına ne hacet. Ama yok bu yorumdan sonra beni hiç bir zaman hayal kırıklığına uğratmayan bir yazardan kitap seçmeye kararlıyım. Bari kapanışı güzel yapalım. :D
Bu kitaba o kadar övgü yağdırıldığını görüp üzerine atlayan ve kitapta hayallerinin çöküşünü yaşayan masum blogger. Yani ben... Bu aralık ayı ne bahtsız geçti be kardeşim. Hani biri de çıkıp demiyor, almakla hata ettin bari okuma. O kitap sana göre değil diye. Yok yok üzerimde bir kötü bakış var benim. Bu kadar talihsiz olamam ben yaa :(
Duydum sizi çok dertlendin dediniz dimi! Haksız değilim ama. Anlatımı dili, konu, konuya hakimiyet felan kötüydü ya. Bir ara ne okuyorum ben dedim. Allah'ım bunu bana dedirttin... Haa kitabı beğenenler varsa lütfen benimle iletişime geçsin. Zira düşüncelerini çok merak ediyorum vallahi.
Hadi iki kelam da konuyu anlatayım. Artık ne anladıysam. Hikaye farklı yaşamları olan üç adamı konu alıyor. Ve bu adamların bir yerde hayatlarının nasıl kesiştiği. Biri babası tarafından istenmeyen bir evlat, biri bir hırsız ve diğeri de zengin bir adam. Tabi bu kişileri böyle kısa özetleyince bilindik geliyor ama karakterlerimizin kendine ait bazı özellikleri var. Mesela zengin olan Eugene, bağımlı gibi bir şey. Ama uyuşturucu değil. Şekere :D Ayy deli olacağım. Hani bildiğimiz draje şeker tarzı gibi bişe. Ya kim bu tarz şeyler bağımlı olabilir veya o düzeye gelebilir. Yazarı bu hayal dünyasından dolayı tebrik ederim. Nasıl bir dünyanız var bayan Rendell?
Kitap adını nerden almış derseniz, hani bazı şehirlerde her türlü ihtiyacın satın alındığı cadde veya sokaklar vardır. Çarşı gibi. Mesela Mersin de Pit Pazarı çarşısı, Adana da Çakmak Caddesi vs.. gibi. Portobello Sokağı da böyle. Her türlü dükkanın bulunduğu bir yer ve olaylar da bu sokakta.
Neyse efenim konu bazı gelişmeler göstererek ilerliyor. Ama kasıyor insanı. Hadi bit artık dediğim çok zamanlar oldu. Bu birazda Doğan kitabın puntosundan kaynaklı sanırım. Ben alışmışım biraz daha iri puntoya. Okuması daha kolay. Doğan kitap sağolsun hiç vazgeçmiyor bu zorlu düzenden. Biraz okuru düşünelim lütfen, zaten kitaplarınız pahalı. Bir de okurken zorlanmayalım değil mi ama.
Kendimi aralık ayının bahtsızı seçiyorum. Bu kadar vasat kitaplar üst üste kaç kişiyi bulurdu ki? Ehh ortada ben gibi biri varken başkasına ne hacet. Ama yok bu yorumdan sonra beni hiç bir zaman hayal kırıklığına uğratmayan bir yazardan kitap seçmeye kararlıyım. Bari kapanışı güzel yapalım. :D
22 Aralık 2014 Pazartesi
Hipnozcu / Lars Kepler (Yorum)
Pegasus Yayınevinden çıkan Hipnozcu'yu dün akşam itibariyle bitirmiş bulunmaktayım.
Lars Kepler'in yazdığı bu roman gerek yazı stili,gerek konusu,gerek kapak tasarımı gerçekten çok hoşuma gitti.
Öncelikle yazar hakkında size kısa bir bilgi vereyim.Lars Kepler diye bir yazar yok.Nasıl yani diyeceksiniz biliyorum,çünkü aynı tepkiyi bende verdim.Çiftimiz ayrı ayrı olarak aslında bir çok kitap yazmıştır Fakat Hipnozcu'da bir araya gelerek bu güzel kitabı yazdılar.Hipnozcu için bile yayınevine isimleri gizli olarak vermişlerdir.Daha sonra kitap çok satanlara girince deşifre olmak zorunda kaldılar.(Bence gayet hoş bir fikirmiş bu :) )
Gelgelelim kitabın konusuna;Stockholm'da bir aile vahşice öldürülmüş olarak bulunuyor.Aileden sadece evin tek erkek çocuğu Josef Ek kurtulmuştur fakat ağır yaralıdır.Cinayetin çözümlenmesi için Josef'in bilgilerine ihtiyaç vardır.Erik Maria Bark,ünlü bir hipnozcudur.Binbir zorlukla ikna edilip Josef'e hipnoz yapmayı kabul eder fakat duydukları karşında şok geçirir.Josef Ek,bir kaç hafta sonra hastaneden kaçar,fakat bu arada bir gün önce de Erik'in oğlu Benjamin bir gece yarısı evden kaçılır.Herkes Josef Ek'in kaçırdığını düşünürken aslında düşman on sene yapılmış hipnoz grubundan biri olduğu ortaya çıkıyor.Birbiriyle ilişkileri yokmuş gibi görünse de aslında birbiriyle bağlantılı olduğunu romanın sonuna doğru anlıyorsunuz.Yazar, olayları çok güzel bir şekilde bağlamış.Psikolojiyle iç içe olan bu roman sık sık geçmişe dönmesni ve yaptıkları hataları gözden geçirmelerini sağlıyor.
Romanda bir çok mekan,yer,sokak,cadde isimleri görmeniz mümkün fakat İsveçce olduğu için bazen okumakta zorlandım.
Romanda dikkatimi çeken başka bir nokta ise Türk bir karakterin olması ve ayrıca Müslümanlara karşı saygılı davranması hoşuma gitti.
Kendisine bu nedenle teşekkür ederek başarılarının devamı dilerim...
Lars Kepler'in yazdığı bu roman gerek yazı stili,gerek konusu,gerek kapak tasarımı gerçekten çok hoşuma gitti.
Öncelikle yazar hakkında size kısa bir bilgi vereyim.Lars Kepler diye bir yazar yok.Nasıl yani diyeceksiniz biliyorum,çünkü aynı tepkiyi bende verdim.Çiftimiz ayrı ayrı olarak aslında bir çok kitap yazmıştır Fakat Hipnozcu'da bir araya gelerek bu güzel kitabı yazdılar.Hipnozcu için bile yayınevine isimleri gizli olarak vermişlerdir.Daha sonra kitap çok satanlara girince deşifre olmak zorunda kaldılar.(Bence gayet hoş bir fikirmiş bu :) )
Gelgelelim kitabın konusuna;Stockholm'da bir aile vahşice öldürülmüş olarak bulunuyor.Aileden sadece evin tek erkek çocuğu Josef Ek kurtulmuştur fakat ağır yaralıdır.Cinayetin çözümlenmesi için Josef'in bilgilerine ihtiyaç vardır.Erik Maria Bark,ünlü bir hipnozcudur.Binbir zorlukla ikna edilip Josef'e hipnoz yapmayı kabul eder fakat duydukları karşında şok geçirir.Josef Ek,bir kaç hafta sonra hastaneden kaçar,fakat bu arada bir gün önce de Erik'in oğlu Benjamin bir gece yarısı evden kaçılır.Herkes Josef Ek'in kaçırdığını düşünürken aslında düşman on sene yapılmış hipnoz grubundan biri olduğu ortaya çıkıyor.Birbiriyle ilişkileri yokmuş gibi görünse de aslında birbiriyle bağlantılı olduğunu romanın sonuna doğru anlıyorsunuz.Yazar, olayları çok güzel bir şekilde bağlamış.Psikolojiyle iç içe olan bu roman sık sık geçmişe dönmesni ve yaptıkları hataları gözden geçirmelerini sağlıyor.
Romanda bir çok mekan,yer,sokak,cadde isimleri görmeniz mümkün fakat İsveçce olduğu için bazen okumakta zorlandım.
Romanda dikkatimi çeken başka bir nokta ise Türk bir karakterin olması ve ayrıca Müslümanlara karşı saygılı davranması hoşuma gitti.
Kendisine bu nedenle teşekkür ederek başarılarının devamı dilerim...
20 Aralık 2014 Cumartesi
Kundakçı / Chris Cleave (Yorum)
Bugünlerde okuduğum bir çok kitap beni çok farklı hissettirdi. Bunlarda biri de Kundakçı. Yazarın dili pek alışık olmadığım bir tarzı ve bu beni zorladı. Kitap imla kurallarından yoksun yazılmış ve bunu yazarın anlatım şekline bağlı kalmak açısından yapıldığı yazılmış. Bana göre buna hiç herek yoktu. Çünkü okurken bir çok yeri tekrar etmeme sebep oldu. Anlama zorluğu çektim ne yapayım. :)
İlk sayfaların bir bölümünde kitaba övgü yağdırılmış. Hem de çok iyi bildiğimiz yerlerden. Hımm bunlar nasıl kitap okuyup değerlendiriyor dedim endi kendime. Konu kötü demiyorum. Sadece anlatım tarzı insanı çoğu yerde sıkıyor. Ve kitap okurken, okuduğum kitap da diyalog olmasını isterim ben. Düz bir yazı değilde ahenkli olması gerek. Ne bileyim hani bir çok kitapta vardır ya bölüm 1 felan. Öyle olsun isterim. İnsan bazen sıkıldığında nefes almalı. Ama bu kitapta nefes almak için baya bir yol katetmek gerekiyor. Yoksa anlatımın herhangi bir yerinde ara verirseniz sonradan biraz geriden başlamak gerekiyor.
Kundakçı'dan önce okuduğum Gölge Hırsızı kitabındaki küçük çocuğun kitapta adı hiç geçmemişti ve alın işte bu kitapta da kadının adı yok. O yüzden ne diye hitap edeceğim bilmiyorum. Neden normal kitaplar beni bulmaz veya neden ben sürekli bu tarz kitapları bulurum. :)
Konusu; eşi ve oğlunu maça gönderen kadın bir kaç gün önce tanıştığı bir gazeteci ile kendi evinde maçı izlerken sevişmeye başlarlar ve tam o sırada maç sahasında büyük bir patlama olur. Kadın birden kısa bir şok yaşar ve sonrasında hemen sahaya giderler. Gördükleri karşısında travma geçirir. Gözünü açtığında kendini hastanede bulur ve kısa süre sonra oğlu ve kocasının patlamada öldüğünü öğrenin. Kitap burdan sonra kadının psikolojik travmasını anlatır yani kadın bir yerde kafayı yemiştir. Mesela oğlunun yaşadığına inanır. Hatta onunla konuşur. Eşi ve oğlunun öldüğü patlamayı Usame Bin Ladin'in yaptığını düşünüyordur. Hikaye de kadının Usame'ye bunları mektuplarında yazış şekliyle anlatılıyor zaten.
Okurken bir çok kez yarım bırakma dürtüsüyle savaştım. Beklentimi karşılamadı ne yazık ki. Ama yazarın çok bahsedilen Küçük Arı kitabını alıp okuyacağım. Eh ondan sonra da kesin bir yargıya varırım sanırım.
Umarım Küçük Arı çok daha iyidir ve yazar haneme bir kalem daha ekleme fırsatım olmuş olur.
19 Aralık 2014 Cuma
Gölge Hırsızı / Marc Levy (Yorum)
Yazarın okuduğum ilk kitabıydı ve benim için çok farklı bir deneyim oldu. Dili akıcı ve çok değişik bir konusu var. Tür olarak tam hangi kategoriye girer kestiremiyorum aslıda. Çünkü çocukluğuyla başlıyor ve yetişkinliğle sürüp gidiyor. Ama şu kesin, herkes okumalı..
Kitabın da adından anlaşılacağı gibi baş karakterimiz bir gölge hırsızı. Ama bunu isteyerek bilerek yapmıyor. Aslında bu yeteneğini fark ettiğinde daha küçük bir çocuk. Zaten kitabın adını verdiği konu da sadece çocuğun küçük yaşlarında iken söz ediliyor. Ama yetişkinlik dönemin de bu paravan arkası gibi kalıyor ve genellikle yaşama dair bir anlatım hakim sürüyor.
Ana karakterimiz, (kitapta adı hiç geçmediği için isim kullanamıyorum) arkadaşı Luc, Yves, çocukluk aşkı Clea ve yetişkinlik dönemindeki kısa flörtü Sophie ile hikayemiz çevrelenmiş. Tabii bir de çocuğun annesi var. Çocuk küçük yaşta babasının evi terketmesiyle annesi ile yaşamaya başlar. Ama gölgeler onu bir türlü rahat bırakmaz ve bu özelliğinin ona bir görev yüklediğini söylerler. Başkalarının mutsuzluklarının sebebini bulmak ve yardım etmek.
Bir gün annesiyle yaptığı kısa bir tatilde sağır ve dilsiz bir kıza aşık olur ve gölgeler yer değiştirdiğinde kızın gölge sesinin duyar. Ama daha ufak ve aşık olduğu için onu sadece dinleyip, yüzüne gülen birinin onun için mükemmel olduğunu düşünmekten başka hiçbir şey umurunda değildir.
İkinci bölüm ise üniversite hayatı anlatılıyor. Başlangıç dönemi, Sophie ile olan çıkmaz sokak ilişkisi. Luc'u tıp fakültesine göndermesi için babasını nasıl ikna edişi, çocukluğundan bu güne kadar gelen arkaşlıklarının onun hayatındaki önemi ve çocukluk aşkı ve en son annesinin ölümü...
Kendinizi, annenizi, arkadaşlarınızı ve en önemlisi kendi duygularınızı bulacağınız çok güzel bir hikaye. Okurken sürekli kendinizi o çocuğun yerine koyuyorsunuz. Düşsel güzel bir yolcuğa çıkmak için bu tarz kitaplar birebir.
Kitabın da adından anlaşılacağı gibi baş karakterimiz bir gölge hırsızı. Ama bunu isteyerek bilerek yapmıyor. Aslında bu yeteneğini fark ettiğinde daha küçük bir çocuk. Zaten kitabın adını verdiği konu da sadece çocuğun küçük yaşlarında iken söz ediliyor. Ama yetişkinlik dönemin de bu paravan arkası gibi kalıyor ve genellikle yaşama dair bir anlatım hakim sürüyor.
Ana karakterimiz, (kitapta adı hiç geçmediği için isim kullanamıyorum) arkadaşı Luc, Yves, çocukluk aşkı Clea ve yetişkinlik dönemindeki kısa flörtü Sophie ile hikayemiz çevrelenmiş. Tabii bir de çocuğun annesi var. Çocuk küçük yaşta babasının evi terketmesiyle annesi ile yaşamaya başlar. Ama gölgeler onu bir türlü rahat bırakmaz ve bu özelliğinin ona bir görev yüklediğini söylerler. Başkalarının mutsuzluklarının sebebini bulmak ve yardım etmek.
Bir gün annesiyle yaptığı kısa bir tatilde sağır ve dilsiz bir kıza aşık olur ve gölgeler yer değiştirdiğinde kızın gölge sesinin duyar. Ama daha ufak ve aşık olduğu için onu sadece dinleyip, yüzüne gülen birinin onun için mükemmel olduğunu düşünmekten başka hiçbir şey umurunda değildir.
İkinci bölüm ise üniversite hayatı anlatılıyor. Başlangıç dönemi, Sophie ile olan çıkmaz sokak ilişkisi. Luc'u tıp fakültesine göndermesi için babasını nasıl ikna edişi, çocukluğundan bu güne kadar gelen arkaşlıklarının onun hayatındaki önemi ve çocukluk aşkı ve en son annesinin ölümü...
Kendinizi, annenizi, arkadaşlarınızı ve en önemlisi kendi duygularınızı bulacağınız çok güzel bir hikaye. Okurken sürekli kendinizi o çocuğun yerine koyuyorsunuz. Düşsel güzel bir yolcuğa çıkmak için bu tarz kitaplar birebir.
Alıntılar
''Bir kerecik de olsa güçlü olan bendim; hayal kurmak bedava ne de olsa.''
''İnsanın mutlu olduğunu hissetmesi için birinden işaret beklemesi çok ürkütücü.
''Zaman sadece geçermiş gibi yapıyor. En basit anlar, içimize hiç silinmemecesine demir atmış duruyorlar.''
Marslı, Andy Weir [Kitap Yorumu]
Çok güzeldi kardeşiiim!
Heyecandan ne tırnakta oje kaldı, ne de tırnak. Kitap bittiğinde, iki parmağımın da aynı anda ağzımın içinde olduğunu yeni fark ettim. :)):)) [Kabul ediyorum; rezillik]
Tanrım. Tanrım. Tanrım. Çok iyiydi!
Bilim - kurgu türünde bir çok kitap olabilir ama ''Marslı'' konusuyla, çok sağlam bir şekilde eşsizler arasındaki yerini alıyor. Daha önce ne böyle bir kitap okudum ne de böyle bir konu duydum. Yazarın kalemi de oldukça başarılıydı.
Söylesenize; bu kitabı nasıl beğenmeyeyim? Elimden düşüremedim yahu.
Gerilim dolu, eğlenceli ve sürükleyiciydi...
2014'ün en iyi bilim - kurgu romanı seçilmesine hiç ama hiç şaşırmadım. Ayrıca bu kitabın İthaki Yayınları'ndan çıkmasına da çok sevindim. İçeriği kadar görünüşü de kaliteli bir kitaptı. Hele hele ben o kapak görseline bayıldım! Üstelik kapak fotoğrafı NASA'ya aitmiş. Kitabı okuduktan sonra baktım, görünce kahkahayı patlattım. [ Kitabı okumadan beni anlayamazsınız canım. Hıh B-) ] Çünkü kitabın konusu bizler için, bizler derken astronot olmayanlardan bahsediyorum... gerçekten olmuş ya da olabilecek gibiydi. Bir an durdum, kitabın sağına soluna bakıyorum; 'yaşanmış olaydır' yazısı var mı diye. Sonra saçmalama Ceren dedim. Bu olay gerçekten yaşanmış olsa, Dünya'da duyup, bilmeyen kalmazdı.
Var ya bu kitabın film uyarlaması tek kelimeyle olağanüstü olacak. Vizyona girmesini sabırsızlıkla bekliyorum. [25 Kasım 2015'de]
İki gündür ''Marslı'' aklımı başımdan aldı.
Gelelim konusuna:
Ben aslında bir kitabı araştırıp, en ince ayrıntısına kadar içeriğini öğrenmeyi bırak, arka kapak yazısını bile okumam. Bilmeden başlayınca, daha heyecanlı oluyor. O yüzden söz, Marslı kitabından tek bir spoi bile vermeyeceğim. [ Bunun için nasıl kendimi tutmam gerekecek biliyor musunuz? Spoi almak kötüdür ama vermek çok eğlencelidir. :)) ] ... Evet:
Altı astronot, NASA tarafından keşif ve bilimsel amaçlı Mars'a yollanırlar. Sadece Mars'a gidiş bile, uzay gemisinde geçen bir on yedi aya falan denk geliyor. Gidiş, dönüş, Mars'ta geçen süre; milyar dolarlar demek...
Her neyse... Mars'a başarılı bir şekilde iniyorlar. Fakat bir anda olaylar gelişiyor. Fırtına sonucu, Mark'ın GDF kıyafetini, bir anten deliyor. Kıyafetin bütün yaşamsal göstergeleri sapıtıyor. O kadar bir an da oluyor ki, hepsi Mark'ın öldüğünü zannediyorlar. Fırtına sebebiyle acil Dünya'ya doğru kalkışta yapmaları lazım... Eee onlar da, Mark'ı öldü sanıp mekiği kalkışa geçiriyorlar.
Mars'ta bir insan. Dünya'dan kimsenin haberi yok... Su yok, yiyecek yok, hava yok. Atmosfer, basınç bile yok.
Ben o dakika ölmüştüm... Hiç acaba ben ne yapardım, nasıl yapardım diye düşünmedim. ''Aha, ben öldüm.'' Dedim. Bu kadar. :)) Fakat Mark'ta zeka var, inanç var ve etrafındaki milyar dolarlık aletleri kullanabilecek mühendislik yeteneği var.
Sidiği suya(H2O) çevirebilen bir makinesi, Yakıtın Hidrojen'ini(H) alıp, Oksijen(o2) ile birleştirip su elde edebilecek zeka ve daha da önemlisi yeteneği var. Var yani! Aklınıza geldi diyelim, kim becerebilir? Ki ben aklıma gelemeyecek o kadar çok şey okudum ki, nefesim kesildi! Hayretler içinde soludum resmen kitabı.
Yanında getirdiği Dünya toprağı ile patatesler sayesinde, Mars'ta tarla sahibi oluyor ya! Dünya toprağını, dışkısı ve Mars toprağı ile birleştirip bakterileri elde ediyor. Patatesleri ek, kısıtlı suyunu oraya harcayabilmek için kendini ikna et. Ve hiç bir makine bozulmadığı sürece... 4 yıl boyunca Ares 4'ü Mars'ta bekle.
Yemek tarifi verirmiş gibi oldum ama, aslında bu Mars'ta nasıl hayatta kalınacağının tarifi. :)):))
Bir çok şanssızlık yaşasa da [ki buna şanssızlıktan ziyade kabus demek lazım], iyi şeyler de olmuyor değil. NASA iki ayın ardından, uydular sayesinde onun sağ kaldığını anlıyorlar. Bütün Dünya bu haberle çalkalanıyor. O sırada Ares 3 yani Mark'ın ekibi hala uzay gemisinde, Dünya'ya dönüş yolculuğundalar.
NASA kısa sürede, gene milyarlar harcayarak basit bir mekik inşa ediyor. Mark, Ares 4'e kadar dayansın diye Uzay'a ikmal yollayacaklar. Fakat kalkış sırasında, mekik parçalanıyor. Bu olaydan sonra, Ares 3 NASA'dan habersiz gemiyi geri Mars'a döndürüyorlar! Şimdi ne var bunda diyebilirsiniz. Fakat Uzay gemisi üç yüz günlük yolculuk içinse onlar sekiz yüz güne çıkardılar. Ölmeleri muhtemel...
Şu astronotların hepsi de çılgın arkadaşım! :)):))
Bir sorun daha var. Mekik Mars'a iniş yapamaz. Mark'ı yukarıdan almaları lazım. Uzay boşluğundan... Mark'ın kendini yukarı fırlatması için gereken makine; MTA üç bin küsur kilometre uzakta. Mars'ta araba kullanmak mı dedi birisi? Yüz gün bir arabanın içinde kalmayı dene. Ama ah! Arabanın dışında hiç bir yerde soluyabileceği oksijen yok! Dışarıda hava -67'lerde... [Ben şu zamana kadar hayatta kalabilseydim şu nokta da ölürdüm ama Mark bu yahu! O başarır!] Başarıyor da... Bu noktadan sonra Dünya'da işin içine yardım amaçlı Çin bile giriyor. Çin, Amerika ve NASA. Güzel bir birleşim. Yazardan bunu beklemiyordum açıkçası, hoş bir nokta olmuş. :))
Sonra ne mi oluyor? MTA çok ağır. Kendini nasıl fırlatacak? Mark, gereksiz bir çok aleti [başka nasıl ifade edeyim bilemedim.] MTA'dan söküyor. Bunlardan biri de gövdenin ön kısmı ve pencereler. O söktüğü yeri bir branda ile kapatıyor. Bir BRANDA! Bez parçası! BEZ! Kendinizi bir branda ile korunan, kocaman bir patlamanın içinde son hız uzaya fırlattığınızı düşünebiliyor musunuz? İşte ben o ara bir kaç tırnağımdan daha oluyordum!
Fırlatmadan önce Mark diyor ki; ''Zamanı gelmişti anasını satayım.'' Ben de cevaben şunu dedim; ''Sen gebermezsen ben heyecandan gebereceğim anasını satayım.''
:)):)):))
Sonra... Benden bu kadar. Merak eden alsın, okusun. :)):)):))
Can-ı gönülden tavsiye ederim!
18 Aralık 2014 Perşembe
Tersyüz, Amy Harmon [Kitap Yorumu]
Tersyüz; solmayan ve aşınmayan asıl güzelliği keşfetmenin romanıydı. Bu keşif her zaman sıkıntılı bir süreci kapsar. Karakterlerimiz de bu zaman sürecinde bir çok acıya katlandı.
Tersyüz; umudun kitabıydı; acının, güzelliğin, masumluğun ve asıl önemli olan her şeyin kitabıydı.
Tersyüz, ikinci bir şansın var oluşunu en iyi şekilde anlatan, gerçek aşk ve gerçek dostluğun yer aldığı bir romandı. Sıcacıktı, içtendi...
Ben büyülendim.
Bu kitabı gözümde yaşlarla, dudaklarımda ise ufak bir tebessümle bitirdim. Yazarın kalemin de ki doğallığı sevdim. Karakterlerin hissettiklerini biz okuyucuya çok çok iyi yansıtmış ve çok duygusal, anlamlı cümleler kurmuş. Ben sadece kitabın başlarında, yazarın kalemine alışırken bir nokta da takıldım: Kitap bir Fern'in bir de Ambrose'un ağzından. Ara sıra da geçmişe dönüşler vardı. O geçişler de ilk başlarda sıkıntıya düştüm. Fakat okudukça hem yazarın dilini kavradım hem de karakterlerle kaynaştım. :)):)):))
...
Hikayemiz ufak bir kasabada geçiyor. Ambrose okulun en yakışıklı çocuğu, kasabanın ise yıldız güreşçisi. Fern ise gözünde gözlük, kısacık saçları, dişlerinde diş telleri ile cılız bir şey. Eh söylememe bile gerek yok ama; Fern'in saplantılı bir şekilde Ambrose'ya aşık olduğunu o kabul etmişken biz reddetsek olmazdı. :)):)) Fern'in dış güzelliği yoksa da iç güzelliği bolca. Üstelik zeki ve aşk romanları okumayı seviyor. Hatta aşk romanları yazıyor! Erkek karakterlerin hayalini her kadın okuyucu gibi o da kuruyor; Ambrose olarak. :)):)):))
Bir de Bailey'imiz var. Fern'in kuzeni, en yakın arkadaşı. Fakat kaslarını güçsüzleştiren bir hastalığı var ve ölümün Bailey'e yakın olduğu bilenen bir gerçek. Bailey öyle güzel bir insan ki! O ikilinin dostluğu şu hayatta bir çok şeye bedel...
Bir geçmiş bir günümüzü okurken tarih 11 Eylül 2001; İkiz Kuleler'in yıkıldığı günü gösterir. Amerika'da bir çok şey kökünden değişir. Ordu, Ambrose ve arkadaşları gibi başarılı güreşçileri savaşa davet eder. Ambrose kabul eder, arkadaşlarını da ikna eden o olur. Kendilerini Irak'ta bulmaları uzun sürmez.
Savaşa giden bir insan ölü olarak dönüyorsa şanslıdır. Ambrose'nin arkadaşları şanslıydı. Fakat o yüzünün yarısını kaybetmiş bir şekilde kasabaya geri döner. Bir gözü kör, bir kulağı da sağırdır artık. Fakat bir şeyleri kaybetmeden asıl önemli olanı, güzel olanı da görmek çoğu zaman mümkün olmuyor. Fern'i ise kaybettiklerinden sonra kazanıyor.
Modern bir Güzel Çirkin masalı...
Soluksuz okuyacaksınız.
17 Aralık 2014 Çarşamba
İki Hayat Arasında, Jessica Shirvington [Kitap Yorumu]
Bu kitabı elimde uzun süre bekletmiştim aslında... Fakat arkadaşım Yabancı Yayınları'ndan çıkan okuduğum en iyi kitap dediğinde başlangıcı yaptım. Aşk romanı sandığım kitap fantastik çıkmasıyla ilk şoku yaşadım. [Fantastikden ziyade distopya da diyebilirim... :))] Hadi dedim bir iki sayfa okuyayım. Derken kitap bitti. Ve bende gerçekten çok beğendim.
Bir çok kitap okudum ama İki Hayat Arasında'nın kurgusuyla benzerini başka hiç bir kitapta karşılaşmadım. Yazarın kalemi de güzelse farklı romanları soluksuz okuyorum. Beğenmemek elimde değil. :))
Ben isterdim ki İki Hayat Arasında seri olsun...
***
Sabine, iki farklı hayata sahip olan ana karakterimiz. Her yirmi dört saatte bir Değişim geçiriyor ve her günü iki defa yaşıyor. Düşünsenize size karışıp duran iki aile, bir sürü kardeş ve en kötüsü de okulu iki defa bitirmek... Iyyk. :)):)) Ya aşık olduğunda ne olacak? üstelik Değişim geçirdiğinin ve iki hayatının da bilincinde! Bir nevi ölmeden reankarnosyonculuk. :)):))
Wellesley'de, Sabine'nin sahip olduğu şey tam manasıyla mükemmellik. Zenginlik, başarı, herkesin kıskandığı bir ilişki ve göz kamaştırıcı bir gelecek.
Roxbury'de ise Sabine'in hayatı bambaşka. Tam manasıyla! Maddi zorluklar, ailesi tarafından onaylanmayan arkadaşlar... İçki içen bir baba. Dışarıya nasıl göründüklerine fazlaca önem veren bir aile. Tek iyi tarafı ise sevimli, küçük kız kardeşi.
Sabine, zaman geçtikçe ve on sekiz yaşına yaklaştıkça Değişimde bir şeylerin ters gittiğini fark etmeye başlar. Eskiden hasta olursa iki hayatta da bunu hisseden Sabine, bir gün metro da kolunu kırdığında öbür hayatında sağlam kolla uyandığını fark eder. Böylece hayalini kurduğu tek bir yaşam için kendince deneylere başlar. Ki bu da kendini öldürdüğünde öbür hayatına yaşayıp yaşamayacağının deneyi... Roxbury'daki ailesinin işlettiği eczaneden ilaç çalar, vücuduna kesikler atar... Her defasında Wellesley'de sapa sağlam bir şekilde uyanır. Tabi Roxbury'da ki ailesinin bu deneyleri fark etmesiyle, Sabine onlara gerçekleri anlatsa da sonu tımarhane olur. Ve orada Ethan'la tanışır. Mükemmel aşkı onda bulur.
Mükemmel hayat mı? Mükemmel aşk mı?
Ben bu soruya mükemmel hayat demiştim en başında fakat Ethan'ı tanıdıktan sonra fikrim değişti. Nasıl değişmesin ki? Hatta ne hayat ne aşk sadece Ethan... Ah, Ethan :'( Onun da bir sırrı var... Onun sırrını öğrenmemle de kitapta ki ikinci büyük şokumu yaşadım. kırk yıl düşünsem öyle bir şey aklıma gelmezdi. [Fakat size spoi yok; okuyun öğrenin.]
Ve kitap kızın iki hayatı yaşamayı kabullenmesi ile bitiyor. Üstelik hem kabul ediyor hem de bunu yürekten istemeye başlıyor. Bunda tabi Ethan'ın etkisi de büyük. Belki tek bir hayatı seçip onu yaşamaya başlasaydı bu kitabı bu kadar çok beğenmezdim. Yazar kitabı bu şekilde bitirerek romana bir çok şey katmış... Kızın duygularını, kabullenişini okurken çok düşündüm. Çok da duygulandım.
İki Hayat Arasında'yı beğenerek okudum. Çokça da sevdim... Tavsiye ederim.
15 Aralık 2014 Pazartesi
Atatürk'ü Ben Öldürdüm, İsmet Orhan [Kitap Yorumu]
Bu kitabı elime aldığımda ilk baktığım şey Atatürk'ü karalayan bir roman olup olmadığıydı. Çünkü isminden dolayı ikilemde kalabiliyorsun. Fakat yazar, Atatürkçü. Onun ilke ve inkilaplarını savunan, koruyan biri. Benim gibi... Ya da belki de sizin gibi.
En başta ben, yazarın neden kitaba bu ismi verdiğini açıklamak istiyorum. Atatürk'ü Ben Öldürdüm diyor çünkü; onu öldürmek için putlaştırdığımızı söylüyor. Onun adını her sokağa, mahalleye verdik. Öldürmek için kendisine benzemeyen portreler çizdik, sokakları kana bulayıp onun adını kullandık diyor. Onu öldürmek için hakkında olmadık dedikodular yarattık diyor. Ve bu kitabı ile Atatürk'ü bize anlatıyor.
Bu roman, Atatürk'ün doğumundan öncesi ile başlıyor ve Türkiye Büyük Millet Meclisini kurması ile son buluyor.
Kitapta Atatürk'e dair bilmediğim o kadar çok şey vardı ki, açıkçası ben bu nokta da ikinci kez ikilemde kaldım. Acaba doğru mu, yalan yanlış bilgiler mi..? Hiç bir okul kitabında öğretilmeyen şeyler [Buna şaşırmadım zaten] fakat Atatürk'ü anlatan onca roman okudum onlarda da bu bilgiler yoktu...
Mesela Mustafa Kemal'in doğmadan önce hastalıktan ölen kardeşleri varmış! Zübeyde Hanım ikinci bir evlilik yapmış ve başlarda Mustafa Kemal bunu istememiş. Kardeşi Makbule Hanım'a Makbuş dediğini kaçınız biliyordu? Ben ilk defa duydum. Mustafa Kemal'in evlenmeden önce aşık olduğunu bileniniz var mı? O da gençti sonuçta. Yakışıklıydı, heyecanlı bir delikanlıydı. Hiç bir zaman bu yönlerini okumadım ben.
Evet her zaman vatanı için her şeyden vazgeçmiş bir adamdır o. O, Atatürk!.. Ama aynı zamanda bir insan. Çocuktu, gençti... Erkekti. Yatılı bir okulda öğrenciydi. Evet, o zamanlar bile vatanı için bir şeylerin çabasındaydı. Fakat kaç kişi Harb Okulu'ndayken, padişah tarafından hapsedildiğini biliyor. O yaşında padişahın yaptıklarını onaylamadığını dile getiren bir gazete çıkardığı için hemde.
Ben bu kitapla Atatürk'e dair, onun nasıl Atatürk olduğuna dair bir çok şey öğrendim. Merakla okudum... Üstelik yazarın kalemini de çok beğendim. Olayları sıkmadan, anlaşılır bir akıcılıkta anlatmış.
Tavsiye ederim.
10 Aralık 2014 Çarşamba
Yağmur Sonrası / Sarah Jio (Yorum)
Gerçekten de Sarah Jio ne yazarsa yazsın okunur. Okuduğum diğer kitapları gibi bu da çok güzeldi. Kitabı elinize alıyorsunuz, içinizi acıtan o öyküyle beraber kısa bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Neden mi kısa? Çünkü bir çırpıda okunuyor. Nasıl başladı, sonu ne zaman geldi anlamıyorsunuz. Ben, sonuna geldiğimin farkına bile varamamıştım. Kendi kendime 'Allah'tan daha bitmedi' derken son sayfayı okuyormuşum. :D
Anne ve Westly'nin aşk dolu, hüzün ama sonu güzel biten hikayesi.
Anne nişanlı bir genç kızdır. Onu seven bir nişanlısı, zengin bir hayatı ve çok iyi bir dostu vardır. Tam nişanlandığı gün Anne en yakın arkadaşı Kitty'i ağlarken bulur. Kitty, bu nişanın onların dostluğunu bozacağını, onları ayıracağını söyler ve orduya katılarak hemşirelik yapacağını belirttir. Bunun üzerine Anne, en yakın arkadaşını yalnız bırakmak istemez ve onunla gitmeye karar verir. Aslında bu gidiş ilk önce kendi içindir. İçindeki duygulardan ne kadar emin, onu sorgulamak için.
Kitty her zaman gittiği ortamlara çok çabuk alışırken Anne ise hep geri durmuştur. Belki de dengeyi hep böyle sağladılar. Ama alışık olmadıkları bir yaşam tarzında bakalım kim daha çok hayata tutuna bilecek ve en az yarayla kim bu mücadeleden çıkabilecek.
Anne'nin aklında o hep sözü edilen doğru insanı bulduğunda yüreğin farklı çarpacak düşünceleri yüzerken, ansızın Westly ile tanışır ve dünya onun için artık farklıdır. Nişanlısına duyduğu hislerin hepsi bir sis bulutu gibi dağılır ve yerini Westly'e olan aşkı alır.
Ansızın tanık oldukları bir cinayet, savaşın getirdiği ayrılık ve bir dostluğun ihanetle sona ermesi...
Hani vardır ya hayatınızda okunması gereken kitaplar listesi. İşte bu kitap o listede kesinlikle yer etmeli.
Anne ve Westly'nin aşk dolu, hüzün ama sonu güzel biten hikayesi.
Anne nişanlı bir genç kızdır. Onu seven bir nişanlısı, zengin bir hayatı ve çok iyi bir dostu vardır. Tam nişanlandığı gün Anne en yakın arkadaşı Kitty'i ağlarken bulur. Kitty, bu nişanın onların dostluğunu bozacağını, onları ayıracağını söyler ve orduya katılarak hemşirelik yapacağını belirttir. Bunun üzerine Anne, en yakın arkadaşını yalnız bırakmak istemez ve onunla gitmeye karar verir. Aslında bu gidiş ilk önce kendi içindir. İçindeki duygulardan ne kadar emin, onu sorgulamak için.
Kitty her zaman gittiği ortamlara çok çabuk alışırken Anne ise hep geri durmuştur. Belki de dengeyi hep böyle sağladılar. Ama alışık olmadıkları bir yaşam tarzında bakalım kim daha çok hayata tutuna bilecek ve en az yarayla kim bu mücadeleden çıkabilecek.
Anne'nin aklında o hep sözü edilen doğru insanı bulduğunda yüreğin farklı çarpacak düşünceleri yüzerken, ansızın Westly ile tanışır ve dünya onun için artık farklıdır. Nişanlısına duyduğu hislerin hepsi bir sis bulutu gibi dağılır ve yerini Westly'e olan aşkı alır.
Ansızın tanık oldukları bir cinayet, savaşın getirdiği ayrılık ve bir dostluğun ihanetle sona ermesi...
Hani vardır ya hayatınızda okunması gereken kitaplar listesi. İşte bu kitap o listede kesinlikle yer etmeli.
Alıntılar
''Hayatında hiçbir zaman rol oynayamazsın, özellikle aşk söz konusu olduğunda.''
''Umut tükenmiş gibi görünse de, ikinci şans her zaman vardır.''
''Gerçek aşk söz konusu olduğunda, hiç bir şey karmaşık değildir.''
6 Aralık 2014 Cumartesi
Atatürk'ü Ben Öldürdüm / İsmet Orhan (Yorum)
Bu günlerde okunması gereken kitapların, bana göre ilk sırasında olması gerek. İlk önce şunu belirteyim, kitaba isminden dolayı ön yargılı yaklaşılmamalı. Ben Atatürkçüyüm. Ve her zaman bununla da gurur duymuşumdur. Bu sebeple de kitabı okumak bana büyük bir haz verdi. Aklıma gelmişken şunu da belirteyim gazeteci-yazar İsmet Orhan'da bir Atatürkçüdür.
İçeriğe değinmek istiyorum. Kitap bir biyografidir lakin birçok okuyucunun bildiği konulardan ibaret değil ve roman tarzında yazılmış. Bu da kitabı okurken sizi, ister istemez sanki bir solukta okunan bir hikayeye bağlıyor.
Atatürk kimdir, nerede doğmuş, annesi babası kim, nerede okumuş, bizler için neler yapmış? Bu gibi soruların cevabını bir çoğumuz ilkokul sıralarında bize öğretilenle kadar biliyoruz. Kimimiz ona olan hayranlığa karşı bu bilgilerle kısıtlı kalmayıp kendimizce araştırma da yapmış olabiliriz. Ama ya bilmediğimiz öğrenemediğimiz diğer bilgiler? Ailesi, sevgileri, hüzünleri, acıları... kısaca bilmediğimiz bir hayatı.
İşte İsmet Orhan'da bize bu bilmediklerimizi anlatmış. Çok da güzel anlatmış. Üslubu, konuya hakimliği, Atatürk'e olan bakış açısı...
Kitabın ismine gelecek olursak, bir ironi yaratmış bize yazar. Ben öldürdüm demiş İsmet Orhan. Biz de öldürdük demiş yeri geldiğinde. Düşüncelerde, fikirlerde, yaptığı yeniliklerin değiştirmeye çalışıldığında, bu faaliyetleri gösterenlere sessiz kalınmasında, Atatürkçü düşünceyi saptırmaya çalışanlara... Kısaca ona karşı olanlara ithafen.
Kitabı okurken kimi yerde duygulanmadan edemiyorsunuz. Kimi yere sıkıştırılmış bir kaç dizelik şiirler boğazınız da bir yumru oluşturuyor. Kitabı okumadan ön yargılı olmayın ve okuyun. Sonra zaten sizde etrafınızda ki insanların bu kitabı okuması için teşvik edeceksiniz.
İçeriğe değinmek istiyorum. Kitap bir biyografidir lakin birçok okuyucunun bildiği konulardan ibaret değil ve roman tarzında yazılmış. Bu da kitabı okurken sizi, ister istemez sanki bir solukta okunan bir hikayeye bağlıyor.
Atatürk kimdir, nerede doğmuş, annesi babası kim, nerede okumuş, bizler için neler yapmış? Bu gibi soruların cevabını bir çoğumuz ilkokul sıralarında bize öğretilenle kadar biliyoruz. Kimimiz ona olan hayranlığa karşı bu bilgilerle kısıtlı kalmayıp kendimizce araştırma da yapmış olabiliriz. Ama ya bilmediğimiz öğrenemediğimiz diğer bilgiler? Ailesi, sevgileri, hüzünleri, acıları... kısaca bilmediğimiz bir hayatı.
İşte İsmet Orhan'da bize bu bilmediklerimizi anlatmış. Çok da güzel anlatmış. Üslubu, konuya hakimliği, Atatürk'e olan bakış açısı...
Kitabın ismine gelecek olursak, bir ironi yaratmış bize yazar. Ben öldürdüm demiş İsmet Orhan. Biz de öldürdük demiş yeri geldiğinde. Düşüncelerde, fikirlerde, yaptığı yeniliklerin değiştirmeye çalışıldığında, bu faaliyetleri gösterenlere sessiz kalınmasında, Atatürkçü düşünceyi saptırmaya çalışanlara... Kısaca ona karşı olanlara ithafen.
Kitabı okurken kimi yerde duygulanmadan edemiyorsunuz. Kimi yere sıkıştırılmış bir kaç dizelik şiirler boğazınız da bir yumru oluşturuyor. Kitabı okumadan ön yargılı olmayın ve okuyun. Sonra zaten sizde etrafınızda ki insanların bu kitabı okuması için teşvik edeceksiniz.
4 Aralık 2014 Perşembe
Sonsuz Yemin / Caragh M. O'Brien (Yorum)
Güzel bir seri. Güzel bir anlatım ve akıcı bir konu. Bu seriye bir merakla başlamıştım ve iyi ki başlamışım diyorum. Çünkü bir çırpıda kendini okutan kitapları severim. 3 kitapta da hiç sıkılmadan okudum. Hepsi ayrı bir güzeldi. Yayın evinin kapak seçimleri de çok güzel olmuş açıkçası. Seri kitapların birbirine uyum göstermesi daha cazip gelmiştir her zaman bana. Baskı kalitesi, imlalar felan gayet iyiydi. Zaten Martı Yayınları bu konuda seçici bir yayınevi ve bu konuda kesinlikle çokça artıyı hak ediyor.
Konuya değinecek olursak ilk önce kaba taslak genel olarak biraz bahsetmek istiyorum. Çünkü belki aranızda hiç okumamış olup seri hakkında ön bilgi edinmek isteyen olabilir.
Serimiz distopya türü bir hikaye barındırıyor. Gaia baş karakter. Annesi bir ebe ve bütün bilgilerini kıza
aktarmıştır.. Hatta diyebilirim ki kız annesinden daha yetenekli. Ama onu diğer herkesten ayıran en birincil özellik bu değil. Yüzündeki doğum lekesi. Gaia bu doğuştan kendince kusurundan dolayı hep çekingen ve dışa kapalıdır. Bana göre bu iz ona bir armağandır ama o bunu ancak gelecekte anlayacak. Yaşadıkları yer ikiye ayrılmış durumda. Hani hep vardır ya zenginle ve fakirler... Bir nevi onun gibi. Ama burda durum biraz karışık. Çünkü zengin kesimin diğer kesimin çocuklarına ihtiyacı var. Zaten seri bu konu üzerinde dönüyor. Ama ben ilk iki kitabı detayına girmeyeceğim.
3. kitapta her şey bir çözümleniyor. Nasıl mı Gaia sayesinde. Aslında Leon'un payı çok büyük. Ne de olsa o aşık bir erkek. Kim sevdiği kadın için ölümü göze almaz ki? Leoan'da tam böyle yapıyor ve yeni bir yaşam için babasına başkaldırıyor. Kitapta olaylar çok hızlı gelişiyor ve bir anda kendinizi hızlı bir serüvenin içine buluyorsunuz. Ama bir sonraki sayfaya geçmek için sabırsızlandığınız bir serüven. Ölümler, yıkımlar ve bir sürü olaylar. Ama bu kitabın en can alıcı yeri ise Gaia'nın başına gelen ve kitabın sonun doğru okuduğumuz olay. Tabii ben size bunu da anlatmayacağım yoksa ne anlamı kalır ama dimi :D
Son olarak bu seri için şunu demeliyim ki eğer distopya seviyorsanız tam sizlik bir seri. Aslında her kesime hitap ediyor bence. Okuyun pişman olmazsınız ;)
ALINTILAR
''Söyleyeceğin hiçbir şey, aklından geçirip de bana söylemediğin bir şeyden daha kötü olamaz.'' (S/169)
3 Aralık 2014 Çarşamba
Yüreğe Söz Geçmiyor / Julia Quinn [Kitap Yorumu]
Ve Bridgerton serisine tam bir hayal kırıklığı ile başlamış bulunuyorum.
Ben Julia Quinn'den ilk başta bu serinin dışında olan bir kitap okudum. Çokta beğenmiştim. Bana özellikle bu seriyi tavsiye ettiler. Fakat 'Yüreğe Söz Geçmiyor' kitabı benim için hayal kırıklığı oldu.
Yazarın kalemi basitti bence. Ve o kadar gereksiz yere diyaloglar vardı ki; çok boş buldum. Sanırım karakterleri de sevemedim. Eh bununda kitabı beğenmemde etkisi büyüktü.
Ben seriyi toplu halde aldım o yüzde devam etmeyi düşünüyorum, umarım serinin diğer kitapları hayal kırıklığına uğratmaz.
Konusu ise, Bridgeron kardeşlerden en büyük kız çocuğu olan Daphne ise çapkın Simon'un aşk hikayesi... Simon'un geçmişinden gününe taşıdığı sır ile az da olsa akıcı bir hal alıyor :))
Okuyup okumamak size kalmış açıkçası...
Ben Julia Quinn'den ilk başta bu serinin dışında olan bir kitap okudum. Çokta beğenmiştim. Bana özellikle bu seriyi tavsiye ettiler. Fakat 'Yüreğe Söz Geçmiyor' kitabı benim için hayal kırıklığı oldu.
Yazarın kalemi basitti bence. Ve o kadar gereksiz yere diyaloglar vardı ki; çok boş buldum. Sanırım karakterleri de sevemedim. Eh bununda kitabı beğenmemde etkisi büyüktü.
Ben seriyi toplu halde aldım o yüzde devam etmeyi düşünüyorum, umarım serinin diğer kitapları hayal kırıklığına uğratmaz.
Konusu ise, Bridgeron kardeşlerden en büyük kız çocuğu olan Daphne ise çapkın Simon'un aşk hikayesi... Simon'un geçmişinden gününe taşıdığı sır ile az da olsa akıcı bir hal alıyor :))
Okuyup okumamak size kalmış açıkçası...
2 Aralık 2014 Salı
Pabucumun Ajanı#2 / Asude [Kitap Yorumu]
Pabucumun Ajanı (#2)... Ne ajan ama...
Ama... Ama ah o ne kitaptı! Ne kitap. :))
Bu, yazardan okuduğum üçüncü kitap. Hepsini ayrı ayrı çok beğendim. Fakat, hani artık bununla üç oldu ya; bende Asude'ci oldum sanırım.
Yeni kitabını sabırsızlıkla bekliyorum. Mesela Tekin Soyender'in hikayesi olabilir bu. Kıh kıh kıh :)):)):))
Evet... Öncelikle; ben kitabın kapağını çok sevdiğim. Çok şeker ve en önemlisi de serinin ilk kitabı ile tam bir uyum içerisinde. Devam kitabına ayrı bir isim vermek yerine Pabucumun Ajanı #2 denmesi de güzel olmuş bence. Zaten kitap tam manasıyla kaldığı yerden başlıyordu: Deniz; kafasında Bim poşeti, üstünde vasat pijamaları, ayağında pofuduk terlikleri... Trafiğin ortasında, Tuna ile dudak dudağa. :))
Serinin ilk kitabından hatırlarsınız bu kitap; küstah, Uranüslü, Kurumsal Kasıntı Tuna ile, çatlak ama bir o kadar da inatçı Deniz'in hikayesini anlatıyor.
Çit-lit tarzında bir roman olduğu için açıkçası, Pabucumun Ajanı#2'nin ilk kitabı kadar başaralı olamayacağını düşünüyordum. Fakat tamamiyle yanılmışım. Yazar kendini tekrar etmemiş, olaylar kaldığı yerden tam gaz devam ediyor. Kahkahlarla, soluksuz okuyup bitiriyorsun.
Kitapta öyle yerler var ki, beğenmemek elde değil...
Bir yer de Tuna dolaylı yoldan Deniz'e onu sevdiğini söylüyor. Deniz'de tabir şu; 'kuzen demek yerine annemin kız kardeşinin çocuğu diyor' ama seviyordur herhalde... Hahahyt. Kendine özgün işte... Tuna onu tehdit ederken bie koruyan, kızarken bile önemsiyen bir karakter. Fakat Deniz içten içe kendisini sevdiğine bir türlü inanamıyor. O cümleyi açıkça duymak istiyor. Ondan sonra tek bir kelime ile birbirlerini anlıyorlar; 'Söyle.'
''Seni seviyorum.''
''Seni seviyorum.''
Sonra ikisi aynı anda fısıldıyorlar; ''Büsbütünüyle.''
Ayyşşhhh çok şekerler..!
Tabi kitap kıskanıp duracağımız bir aşktan ibaret de değildi. Deniz'in sözde Ajanlık mesleği, Aydan'ın gelişi ve okuması tam tapılası olan Yasemin ile Mert'in evliliğe uzanan hikayesi...
Bir sonraki sayfayı her defasında istekle, merakla çeviriyorsun. Tabi sona yaklaştıkça bu istek biraz köreliyor. Kim sevdiği bir kitap bitsin ister ki. :)):))
Severek okuyacağınız bir seri daha, can-ı gönülden tavsiye ederim arkadaşlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)